The Reader ve Se7en

Beni etkileyen filmleri, zeka seviyesi anlattıklarımı kavrayabilecek insanlarla paylaşmayı çok seviyorum. Bazı filmler daha yaşama fırsatını elde edemediğimiz koca hayatları anlatıyor. Bazıları ise bir küçük sahnesi ile bizi ağlatmaya yetiyor. Filmler için yapılan müzikler bile o kadar değerli oluyorki bazen art arda 100 kere dinleyebiliyorum. Bazılarının film kültürü mükkemmel olabiliyor. Bir filmden bahsederken ''işte bu hayatımda izlediğim en iyi Stanley Kubrick filmiydi.'' ya da ''Jim Carey'in daha önceki rollerinin aksine bir kişiliğe büründüğü mükemmel bir başyapıt bu film.'' tarzı yorumlar yapabiliyor ve bilgisi önünde saygı ile eğilmemiz gerektiğini bize kabullendirebiliyor. Pekala benim öyle kelimelerle oynayabilecek ya da sinemasal terimler kullanacak bir bilgim yok. Ama hangi film bir şaheser ya da hangisi insanı derinden etkiler gayet tabi anlayabiliyorum. Kısacası bu bir hobi ve ben zevklerime gerçekten güveniyorum. Ve ilk defa izlediğim bir film hakkında yazılı olarak birşeyler paylaşıyorum blog sayesinde. Evimde azımsanamayacak kadar çok filmim var. Sanırım sayısı 300'ü geçmiştir. Bayılıyorum film izlemeye. Her fırsatta ''acaba benim tarzıma uygun bir film girdi mi vizyona?'' diye internet portallarını karıştırıp duruyorum.

Ve son bir hafta içersinde izlediğim iki film hakkında sizlerle izlenimlerimi paylaşacağım. İlki ''The Reader''. Nedense adını ilk duyunca aklıma kart okuyucu geldi. Bazı ingilizce kelimeler hayatımda ilk duyduğum ya da en çok duyduğum anlamıyla aklımda kalıyorda :) Filmde Kate Winslet'ın oynadığını görünce iki kere heyecanlandım desem yalan olmaz. Ben bu kadına taa Titanic'ten beri hayranım ve ''Eternal Sunshine of the Spotless Mind'' filmiyle iyice tavan yaptı bendeki yeri. Sinema hadi neysede evde dvd'de izlediğim filmler için şunu söyleyebilirimki hiçbirzaman arka kapakta yazan film içeriğini okumuyorum. Çünkü herşey bir sürpriz olsun istiyorum. Bunun bir sebebi de hayalgücümü kullanırken kontrol edemeyişim sanırım. Misal film ile ilgili içeriği okuduğumda filmi izlerken neler olabileceği konusunda gerekli gereksiz tahminlerde bulunuyorum ve çoğunlukla yanılmıyorum. Hal böyle olunca da hiç bir sürprizi kalmıyor ve bundan nefret ediyorum. Neyse filme devam edeyim. Başlangıçta ekranda beliren tarih notları biraz gerilmeme neden oldu. İlk sahnede ''yıl 1995'' yazan beyaz çizgiler belirince kendimi o yıllarda neler yaptığımla ilgili hayaller kurarken buldum. Kahretsin dediğim gibi kontrol edemiyorum hayalgücümü :) Ve sonra herşey akmaya başladı. Film II. dünya savaşı sonrası almanyasında geçiyordu ve üstelik Kate Winslet bir alman rolündeydi ki alman olmak ancak Kate Winslet sözkonusu olduğunda cuk diye oturabilirdi bu zor rolde. Ahh onda bir ingiliz olduğu kadar alman geni de var bence :) Önceleri nedenini tam kestiremediğim bir şekilde filmin almanca olacağını ve altyazısından takip etmek zorunda kalacağımı düşündüm ama ne mutlu bana ki film ingilizceydi. Biraz daha vakit geçtikten sonra filmi tek başıma izlemiş olmaktan daha bi memnun oldum. Zira açık sahnelerin bolluğundan dolayı ev ahalisi ile izlemek baya zorlayabilirdi beni. Filmde Michael(Ralph Fiennes) 15 yaşında bir alman gencidir ve kendisinden yaşça büyük Hanna'ya(Kate Winslet) aşık olur. Sık sık ziyarete gider Michael Hanna'yı. Her gidişinde ona kitap okur. Ve işte bu ilginç aşk birgün Hanna'nın ansızın ortadan kaybolmasıyla yarım kalır. Bu olaydan tam 8 yıl sonra Michael bir hukuk öğrencisi olarak hayatına devam etmektedir ve birgün savaş suçları mahkemesinde gözlemcilik yaparken sanık sandalyesinde oturan Hanna'yı görür ve tabi gözlerine inanamaz. Filmde karışık duygular yaşarken ben, bir yandanda gizemi çözmeye çalışıyordum. Evet filmde bir gizem vardı. Tabi ben gizemi çözdükten sonra Michael zaten ortaya çıkarmıştı. Büyük bir keyifle izledim ve izlediğim filmler arasında çok ilginç bir yer edindi bende. Kate Winslet'ın oyunculuğuna bir kez daha hayran kaldım. Konu çok sıradışıydı ve kesinlikle takdiri hak ediyordu. Zaten 2009 Oscar töreninde 5 dalda aday olmuştu. Bu beş daldan birinde ödül almış film ve o da En iyi Kadın Oyuncu dalında Kate Winslet. Ama dikkat çekmek istediğim diğer bir nokta ise Michael'ın çocukluk yıllarını canlandıran David Kross. Mükemmele yakın bir oyunculuk çıkarmış o da. Ki sanırım filmi bu derece güzel yapan şey ustaca hakkı verilen roller. Filmin yönetmen koltuğunda Stephen Daldry oturuyor ve eğer araştrırsanız filmin yapım aşamasında yaşanılan olayların başlı başına bir film olduğunu görebilirsiniz :)

Diğer film ise ''Se7en''. Orjinaline sadık kalmak için böle yedili yazdım :) Herneyse. Başrollerde Brad Pitt ve Morgan Freeman var. Bu iki adam başroldeyken filmi anlatmama bile gerek yok aslında. Birçok kişinin en çok beğendiği aktörler arasında illaki varlar. Ve koşulsuz kendilerini izlettirebilecek bir kariyere sahipler. Yönetmen ise ''Fight Club'', ''The Game'' ve ''Panic Room'' dan tanıdığınız David Fincher. Ve bu film sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak kabul ediliyor. Brad Pitt'in acemilikten, ustalığa geçişi, Morgan Freeman'ın ise otoritelere göre hak ettiği saygınlığa ulaştığı bir başyapıt. Kesinlikle tavsiye ediyorum. Henüz izlemediyseniz çok şey kaçırmışsınız demektir. Kurbanlarını yedi ölümcül günaha uygun şekilde öldüren bir seri katil var ortada. Ve peşinde ise dedektifliği bırakmak üzere olan ''Teğmen William Somerset''(Morgan Freeman) ve bu davaya yeni atanmış ''Dedektif David Mills''(Brad Pitt) var. Filmin sonu öyle sürpriz bir şekilde bitiyorki sinema tarihinin ''kült filmler''i statüsüne giriyor. Anlatacak birşey yok çünkü kelimelere dökebileceğimi sanmıyorum. Sadece izleyin diyorum.

Giriş kısmında yazdıklarıma bakınca baya bi aşağılamışım kendimi ama şöyle bi dönüp tekrar bakınca yazdıklarıma şaşırmadım değil. Bildiğin sinema terimlerini kullanmışım ben bilmiyorum pek dediğim halde. Ve bir acemiye göre iyi anlatmışım gibi. Lafı daha fazla uzatmadan, izlerseniz memnun kalacağınız bu filmler için zevkime güvenmenizi temenni ediyor ve hoşçakalın diyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder