Ömer Hayyam'a sevgilerle




Bilir misin yüceler yücesi,
Şarap ne zaman mutlu eder içenleri,
Salı, çarşamba, perşembe,cuma,cumartesi.
Ve bir de pazar, pazartesi.


Dünyada akla değer veren yok madem,
Aklı az olanın parası çok madem,
Getir şu şarabı, alsın aklımızı.
Belki böyle beğenir bizi el alem!.


Kim demiş haram nedir bilmez Hayyam,
Ben helali haramı karıştırmam.
Seninle içilen şarap helaldir,
Sensiz içilen su bile haram.

Avokado... Bir meyveden daha fazlası...

Avokado, kabuğu yeşil, yenen kısımları beyaz, iri çekirdekli bir meyvedir. Avokadonun anavatanı Meksika ve Guetamala olmakla birlikte günümüzde ülkemizin güney sahillerinde de yetiştirilmektedir. Avokado, tam olgunluğa toplandıktan sonra erişir. Lezzetini anlamak için olgunlaşmasını beklemek gerekir. Bunun için hemen tüketmek üzere satın alıyorsanız, bilinenin aksine yumuşak olanı seçmeniz daha iyi bir seçenektir. Seçerken aynı zamanda derisinin parlak ve kaygan olmasına, salladığınızda çekirdeğin sesinin gelmesine dikkat etmelisiniz. Ama eğer birkaç gün sonra tüketecekseniz, sert olanı tercih etmeniz daha iyi olacaktır.

Şimdi gelelim kurufasülyenin faydalarına... Gerçi avokadodan bahsettikten sonra ''bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!'' diyebilirsiniz ama napalım lügatımızda avokado ile ilgili bi deyim ne yazık ki yok... Avokado fotoğrafı koyup ardından da ''hacı bu avokado nedir? konumuzla ne alakası var?'' tarzı soruların cevapsız kalmaması için içeriği ile bilgiler vermemin sebebine gelince; ''Yaa madem anlatacağım konuya avokado ile girdim, bari nasıl bir meyve olduğunu da yazayım da, okuyanlara genel kültür olsun.'' düşüncesidir. Bu arada sözüm meclisten dışarı tabiki, pekala avokadonun nasıl bir meyve olduğunu bilenlerde vardır aramızda.

Avokado; Sofistike bir yaşam biçimini temsil eder bazılarımız için... Sosyetik ve sıradışı bir meyvedir. Bizim armudumuza benzer tezgaha uzaktan bakınca... Velakin daha bi havalı, daha bi marjinaldir... Koyu yeşil renk bir meyveye ancak bu kadar yakışabilir hatta. Serttir bi kere. Ve pahalıdır. Öyle pazarda gezen teyzelerimizin domatese, patatese yaptığı gibi ele alınıp sağına soluna bakılmaz pek. Kibirlidir çünkü. Kafası bozarsa sağlam bi kroşe atabilir sol gözünüze. (sağ da olabilir... takılmamak gerek.) Nitekim, onun yaradılışı ve yaşam tarzına sadık bir yaklaşım olursa alıcısı tarafından, pek bi gururu okşanır manavın o mistik kokulu tezgahında. Kendini tribün reisi zannedip gaza gelebilir ve ''Lay lay lay laaaayyy ooo hadi beylerrr bağırın ulannn, bak atacam kafanıza davul tokmağını haa'' tarzı ilginç diyaloglara da girebilir tabi...

Ömrümde hiç yemedim bu kibirli meyveyi.. Hep uzaktan baktım, bir kilo domates ve bir baş maydanoz almak için gittiğim, o annemin beni canımdan bezdirdiği manav tezgahlarında. Bana göre elitliğin ve burjuvanın simgesidir bu ihtişamlı meyve. Hayalini kurduğum yaşam biçiminin bir yansıması gibi... Elbette halimden memnunum ve tabiki şükrediyorum... Fakat 18 yaşına henüz girmiş bir genç ve 50'sine merdiven dayamış bir amcamızın bile ''birgün çok zengin olacağım!'' tarzında hayallere sahip olduğu, şu bir takım şeylerin teğet geçtiği günümüz Türkiyesinde, benim gibi zekası ve iş beceresi prim yapmayan, yokluğu ve varlığı kısa sayılabilecek bir zaman dilimi içinde görebilmiş insanlar, umudu bir garip meyve olan avokadoyla tasvir edebiliyor ne yazıkki. Öyle ki bazılarımızın aklının ucundan bile geçmeyecek bu benzetme bana birşey hatırlattı. Ve zihnimde; Cem Yılmaz'ın gösterisinde, içinde avokado sözcüğü geçen repliği canlanıverdi. Cem Yılmaz cenneti tasvir edip ve oraya gittiğimizde bürüneceğimiz ruh halini anlatırken komik bir dille; ''Nerde şeyler nerde? Avokado falan nerde? Ananas, tropik meyveler...'' demiş ve bir anlamda üzerine gerekli olup olmadığını bilmeden yüzlerce mana yüklediğim meyveyi tam da benim anlatmak istediğim kalıba sokmuş, hislerime tercüman olmuştur. Dediğim gibi, o kafamızda hayalini kurduğumuz lüks yaşamın, güzel arabaların, katların, yatların ve hatta cennetin günlük hayatımızdaki sembolüdür avokado...

Ve ben birgün alacağım o sert kabuklu meyveden. Çocuklarım benim henüz tadını bile bilmediğim anavatanı meksika ve guatamela olan turist meyve ile büyüyecekler, beslenme çantalarını açtıklarında elma yerine, o koyu yeşil sihrin tadına varacak, arkadaşlarına; ''baaak benim annem beslenme çantama avoookadoo koymuş yaaa'' diyecekler. Çok mu abarttım ne. O kadar da kafaya takmıyorum be abi. Ordan bakınca yazdıklarıma, pek inandırıcı gelmedi belki 'takmıyorum' kelimesi. Ama gerçekten öyle. Çünkü evlilik ve çocuk sahibi olma düşüncesi, anlattıklarımın aksine öyle tam olarak üstesinden gelebileceğim bi sorumluluk da değil hani. Ha ama olursa yarın bigün evlilik ya da çocuk(ki gayrimeşruya karşıyım), emin olun yine hayal ettiğim gibi olmasına çalışacağım. Ve işi abartıp; ''eğer avokado alamayacaksam evlenmiyorum kardeşimm!'' de diyebilirim. Yok yok demem yaa. O kadarda bencil değilim. Bir oda, bir mutfak, bir de mutlu iki çift göz. Benim derdim aşk sanki. Eee bu kadar kalp kırığı olunca, avokado bile yalan oluyor. :) Neyse sanırım bir noktadan sonra çelişkiler arttı bu yazıda. E hadi bakalım avokadonun faydalarına;

100 gramında yaklaşık olarak 180 kalori vardır. Aynı zamanda diğer meyvelere oranla yüksek potasyum ve C vitamini içerir. Bu kalori değerini ise dokusunda yüksek oranda yağ olmasına borçludur.


Ve işte Avokado... Bir meyveden daha fazlası...

Bana kalbini ver! Ama söz ver!

Yine sana yazıyorum!
Evet seni gerçekten çok ama çok seviyorum.
Gözlerine dalıp gittiğimde beni benden alıp götüren masumiyetin, saf ve kendine has güzelliğin. Aşk şarkılarını severek dinleten sihrin ve gözlerimin içini güldüren sevecen marifetin.
Hoşnutum. Hatta mutlu. Ama buruk.
Ben içten ve inanabileceğin kadar hoş sevebilirim seni.
Şu anda olduğum kadar hiç yakın olmadım belki de sana.
Gün geçtikçe daha da yakınlaşıyorum uzaktan da olsa.
Sende keşfettiğim her bir tepenin zirvesinde, bir sonraki tepeyi görüyorum.
Ve onunda zirvesine varmak üzere tekrar yola çıkıyorum.
Her yolculukta, bugüne kadar ne kadar uzak ve yanlış yönlere gittiğimi görüyorum.
Sende doğruyu bulduğumu hissettikçe ve muhteşemliğini keşfettikçe bir kere daha tamamen sende olmanın keyfine varıyorum.
Doğru olan her tarifle ve anlatamadığım bir tabirle seni seviyorum.
Aşk demiyorum. Ölümlü olması korkutur beni.
Gözlerimi yaşartabilecek kadar acı olan ne olabilir sende? Acı mutluluk yada baska birşey?
Ne dersen de! Tarifsiz o kadar çok duygu varmış ki sende.
Deli düşüncelerimi saptıran, tek bir resme saatlerce baktıran, bir damlayla, ağlatmaktan öte bir hissi tattıran, uykumda sayıklattıran, hep benden öte inanmaya korktuğum herseyi bana inandırarak yaşatan ilk ve tek kişisin. Sensin!
Uçsuz bucaksız denize son umutla bakıpta gözlerini yummuş ve zifiri karanlıktan ayrım yapamadan kapattığım gözlerime yansıyan bir ışıksın sen.
Kaybetmeme arzusuna ve hırçınlığına bulandığım loş tebessümlerimin aynasısın sen.
Sona ermeyen ızdırabımla çöllerden çıkamazken, tek bir damla halinde dudağıma damlayan yandığım o tesadüfsün sen! Varlığım ve yokluğumsun!


Bana kalbini ver! Ama söz ver!

Ka tun mita xendasoç




Evdeyim. Bilgisayarın karşısına geçmiş ne kadar gereksiz spor haberi varsa okuyorum... Geçen geceki o iğrenç derbiden sonra, belki bir mucize olurda o pis olayların hepsini unutturacak bir haber okurum diye umutsuzca haber portallarını geziyorum. ''Desperate Housewives'' dizisi geldi aklıma... Her bölümün sonunda yüzlerine çöken o çaresiz hava, sanki bu anı beklermişcesine bana doğru esiyor...


Akşam güneşine ters istikamette olmasına rağmen, karşı evin camından odama, ordanda bilgisayarın ekranına yansıyan güneş sanki bana birşeyler anlatmaya çalışıyor... 'Çık dışarı gez biraz. Vücudunun ışınlarımdaki yararlı etkilere ihtiyacı var diyor'... Ama dinleyen yok tabi. Oysa son 2-3 seneye nazaran uzun ve dondurucu geçen kış boyunca ''şu yaz gelse artık. güneşe hasret kaldım.'' diye sayıklayan benden başkası değildi...


Haftasonları geldiği zaman biraz daha iyi hissediyorum kendimi... Yalnız yaşayan kuzenimin evine gitmeden önce illa ki bir tekel bayiine uğruyorum çünkü... Biralarımızdan yudumlarken, yakılan sigara eşliğinde... Bir de pes atıyoruz karşılıklı... Çok çekişmeli geçiyor maçlar... Ama gecenin ilerleyen saatlerinde alkolün verdiği gevşekliğe teslim olup birer birer kaybettiğim maçlarda beşer beşer goller yiyorum nedense. Hadi tamam çakırkeyf olan birisi hafiften yan yan yürür yolda. E ama ben tuşlara yarım yamalak basmıyorumki. Nasıl oluyorda oyun anlayışımdan kopuyorum çözemedim henüz. ı ıh hiç yakıştıramadım kendime. Herneyse asıl anlatacağımı atlamayayım yanlışlıkla... Ya tüm bunları yaparken arka fonda Kazım Koyuncu çalıyor. Hayal edebiliyor musunuz? Seneler boyunca kalbimize saplanan sevda sancıları, henüz alkol alırken düşünmemeyi başaramıyorken bir de... Reva mı kardeşim ha bu arabesk duygular? Ahh ahh o kadar yanık okuyorki Kazım abimiz.. Eee Rizeliyiz biz.. İstanbulda doğsakta az buçuk karadenizliyiz.. Kanımız kaynıyor ne yapalım :) Başlığın adı da Kazım abimin en sevdiğim parçalarından birisi..



Ka tun mita xendasoç... Yani; Kız sen yaşamayasın!

Hangi stres?


"´Biz futbolcular‚ sürekli üzerimizde çok baskı olduğundan yakınırız. Baskı‚ ancak evlerine beş peso getirip çocuklarını geçindiremeyen insanların üzerinde olur. Binlerce dolar alıp‚ sahaya çıkıp oynuyoruz ve ağzımızı açınca stresten bahsediyoruz. Stres bu ülkede‚ sabahın altısında kalkanlar içindir‚ lanet olsun ki.´"


Diego Armando Maradona

Başlangıç..

Ve işte artık benimde bir blogum var.

Başlık olarak ''Başlangıç'' iyi bir seçim gibi duruyor. Zira ''blog'' deyip geçmeyeceğim bu 3 ortalı sanal deftere. Afiyetle yenilmek üzere hazırlanmış bir kral sofrası kıvamında olacak, portakallı ördek tadındaki bu blog. Şaheser olmayacak belki ama yine de ona yakın olacak. Hep birlikte göreceğiz :)

Teknoloji sağolsun taa buralardan sesimizi duyurabileceğiz artık dilimizi anlayanlara. Ne yalan söyleyeyim bi an heyecanlandım kitlelere hitap edeceğimi düşününce :) Herneyse.. Kendimi tanıtma kısmına geldim sanırım... İlkokuldan, liseye. Dersaneden, ingilizce kursuna ve hatta tv programlarına kadar heryerde insanın karşısına çıkan iğrenç kısım... Ve evet bu anı elimden geldiğince ve birileri ''e yeter artık çok uzattın!'' demeden çabuk geçeceğim.

Efendim benim adım Burak... Koç burcu olmakla birlikte, 1987 yılının o zamanki teknolojisinin tıp alanına getirdiği kolaylıklardan yararlanamayarak, hastane yerine iki odalı-bir sobalı evimizin o naturel havasını teneffüs ederek gelmişim dünyaya... Edebi ve melankolik bir kişiliğe bürünmeme neden olan, çok uzun olmayan ama kendince kısa olmadığını iddia eden 22 yıllık bir hayat maceram var... İlerleyen zamanlarda bukleler halinde anlatacağım yazılarım ve sonunda hazine yerine kola kutusu bulacağım kazılarım olacak...

Kendimce komik olduğunu düşündüğüm son paragrafı görmezden gelip, büyük bir sabırla okumayı sürdüren arkadaşlara teşekkür ederken, kısa kesmeyi düşündüğüm bu ''Başlangıç'' başlığı altındaki zırvalarıma bir son veriyor, en kısa zamanda daha büyük zırvalarla karşınıza çıkmak üzere hoşçakalın diyorum..