To live is to love

Sanırım sensiz olmaz. Nefes bile alamıyorsam bu temiz havada. Yalnızlık bana yar olmaz. Ben sevdiğim zaman bi başka oluyorum. Tamam öküz değilim ama tam bir romeo oluyorum. Ondandır ki güllere boğmak istiyorum bastığın yerleri. Ama bazen söküp atmak istiyorum kalbimi. Peki sence vakit geldi mi? Gitmeli mi? Bitmeli mi?

Drama 1-2-3

Ben buradayım ya, illa bir sıkıntı olacak. Şafak çok, onu geçtim. Yalnızlık ayrı dert, çekilebilir kanımca. Terör var, korkmuyoruz. Açılımmış ne ala. Bir de domuz gribi çıktı, işin de cılkı keza.

Suç ve Ceza'yı yeniden okudum.
''İki Şehrin Hikayesi'' güzeldi.
''Simyacı'' etkileyiciydi.
''Robinson Cruose'' eğlenceliydi.
Askerde aktivite çok. Anca okuyorum :P

Bir de atışlarda birinci oldum.
Korksun benden kahpe düşman :)

Şafak 280 küsür küsür.

Hadi sağlıcakla.

Şafak 300!

Zaman akıp giderken birşey kafamı kurcalıyor!

Döndüğümde,

Ben mi?

yoksa

Dünya mı değişmiş olacak?

Siz uyurken bilin ki ya 1-3 ya da 3-5 tutuyorumdur :)

''Vukuat yoktur komutanım!''

''Sağolun komutanım!''


Hadi selametle!

Here I'am



Kimse yok.
Huzur yok.
Çarşı izni yok.

Dert çok.
Şafak çok.


Biraz umut var.

Niyeyse!...

370 < 460

67 gün geride kaldı!

23 gün izni de silersek...

370 gün var.

Moraller yerinde. Lice sessiz.

Aklım başımda değil ama kalbim sizlerle!

But will you love me tomorrow?

Birine onu ne kadar çok sevdiğini söylemek için uygun bir vakit değil belki. Ama birini ne kadar çok sevdiğini kelimelere dökmek ve bunu bir sır olmaktan çıkarıp, başkalarıyla paylaşmak için güzel bir vakit. Sabah olacak neredeyse ve güneş doğmadan hemen önce düşünülecek en güzel şey aşk olmalı. Bu vakitler hayatımın bundan sonrasında daha da önemli olacak eminim. Geceler uzadıkça, kalbim biraz daha kırılacak. Ona kavuşacağım anın hayali, gökyüzünü güneşe bırakan ay ile birlikte kaybolacak. Ve her gece tekrar edecek bu can yakan yakarış.

Birini sevmek için onu görmek yeterli mi? Ya da gözden uzak olan gönülden de ırak mı olur sizce? Peki ya siz hiç görmeden, dokunmadan ve koklamadan daha da yaklaştınız mı ona? Her seferinde ölmeyi, onun aşkıyla ölmeyi dilediniz mi tanrıdan? Adını duyduğunuzda kalbiniz sıkıştı mı hiç? Bir fotoğrafa saatlerce bakıp, sizi sevmediğini düşünerek, inatla daha çok sevdiniz mi onu? Söylenen tüm güzel sözleri, bütün aşk şarkılarını ona adadınız mı? Hayatınızın baharında, o sizi istemese bile, ölene kadar onu sevmeye yemin ettiniz mi? Siz hiç bir insanın ''ruhuna'' aşık oldunuz mu? Varlığı için şükürler ettiniz mi yaradana?

Tattığım en güzel duygu, ona duyduğum aşk'tı. Hayallerimin başrolünde hep o vardı. Kalp, sadece kanın sahibi değildi. Ya da atmaya yaramıyordu yalnızca. Onu seviyordu koşulsuz. Bu nasıl bir lütuftu yarabbim, varlığından haberdardım.

Aşık olun. Sadece sevin.
Sadece iyi insanlar aşık olabilir.
Aşıksanız sevinin.

Hazır mıyız? - Daima!!!

Yabancı gibiyim kendi evimde. İstanbul bile vefasız, heyecan vermedi bana. Yol çok uzun ve yorucuydu. Yemin töreni olmasa gözlerimden yaş gelmezdi. Değmemişti hiçbirşeye. Çok zordu acemilik. Ki ben hayatımın hiçbir anında acemi hissetmemiştim. İlk on gün hiçbirşey acıtmadı içimi. Zaman yoktu. Eğitim-Atış-Spor üçlemesi dilime yerleşmiş, ot yolmaktan ellerim yara olmuş, zalim postal yüzünden ayaklarım perişan haldeydi. Başkasının pisliğini temizlemek öyle can sıkıcı birşeydiki, herşeyden soğumuştum bir ara. Ailem ve değer verdiğim insanları düşünebileceğim anlar o kadar sınırlıydı ki o anlardan en müsait olanında bile, yani yastığa başımı koyduğum anda, uyumamak isteyip, yorgunluğa yenik düşmenin ne kadar sinir bozucu olduğunu anlamıştım.

Evet askerlik çok şey öğretiyor insana. Sabretmeyi en başta. Bazen kendini seçilmiş hissediyorsun hatta. Hani filmlerde klişe bir sahne vardır. Malum kişi sinirden öyle bir hale gelirki, ekranda bir durağanlık, sahne geçişinde sis perdesi, fonda ise kalp atışlarının sesi gelir ya o kopma anında. Ve o an olan olur işte. Ya birini öldürür ya da kendini. O sahneyi o kadar çok yaşadımki. Sürekli de-javu. Ve ilginç birşey daha. Günler birbirini tekrar ederken, ufak ayrıntılar dışında hiçbirşey hatırlayamadığımı farkettim dehşetle. İlginç diyaloglar. Senden birgün önce teslim olan er kişinin sana torun diye gerizekalıca seslenişleri. Kadro askerlerinin zulmedişi. Traş olma sırası, kantin sırası, banyo sırası, yüzünü yıkama sırası, su içme sırası. 35 derece sıcaklıkta sırada beklerken, başka bir gerizekalının yüzünden 300 askerin toprakta sürünmesi. Gece koğuşta kişi başına düşen temiz hava miktarının, edepsizce gaz çıkaran ve horlayanların yüzünden eksili değerlere düşmesi. Sevgiliye olan aşkın, kafeteryadan yükselen iç acıtan sözlerle dolu şarkılar yüzünden depreşmesi. Ağlamak istemek ama yapamamak. Ankara'dan gelen heyetin gözüne girip şöför seçilmek. Usta birliğim Ankara olacak diye havalara uçmak. Ailenin 6 saatlik bir yolculuktan sonra yanına geleceğini, bu nedenle izin kullanmaya gerek olmadığını düşünerek şafaktan 23 gün silmek. Güzel hayaller kurmak. Yüksek sesle müzik dinleyebilmeyi özlemek. Okunmuş ve yere atılmış dünün gazetesini görünce bir çocuk sevimliliğine bürünüp iç çekmek. Dağıtım yerleri açıklanınca Diyarbakır/Lice denilince bir de üstüne, şokun etkisiyle donup kalmak, sonra dişleri sıkıp ağlamak. Anne ve tek kız kardeşi düşünüp, şehit olmaktan değilde, onları yalnız bırakmaktan korkmak. Blog yazmayı özlemek. İnterneti garipsemek. Uludağ marka kola içip, sivile çıkınca 1 litrelik coca-colayı kafaya dikmek. iki biranın aldığı hüznü, hiçbirşeyin alamayacağını düşünüp, dışarı çıkınca ilk iş tekel bayiine uğramak.

Yemin töreninde tertip yaş kütüğüne plaket çakmak çok güzel bir duyguydu.
Komutanın anlattığı yaşanmış olaylar ve duygu yüklü sözleri gözlerimden yaşların süzülmesine sebep olmuş, tüylerimi diken diken etmişti. Ailem törene yetişebilseydi keşke. Askerlik güzeldi. Olgunlaştırıyordu ruhu ve bedeni.


Şimdi istikamet Diyarbakır/Lice.

Dualarınızı esirgemeyin.

Hoşçakalın :)

Gidiyorum!


Akrabalar ziyaret edildi. Otobüs bileti alındı. Sülüs cepte. Valiz hazır. Alkol eşliğinde edilen hoş sohbetler geride kaldı. Kalbimi götürmüyorum, o burda kaldı. Ve şimdi büyük bir boşluktayım. Nasıl doldururum bilmiyorum. Kendimi o kadar değersiz hissediyorumki, hayatımın bundan sonraki kısmında bencilliği bir kenara bırakıp, bu vatan için canımı vermek daha mantıklı geliyor. Hiçbirşey hissetmiyorum. Soğuk ve durağan bir yalnızlık var şimdi. Kelimelere anlam yükleyemiyor ve sanki boşuna konuşuyorum. Bir düşünceye musallat olup, ardından başka bir düşünce içinde boğuluyorum.

Gidiyorum işte.

Hadi kalın sağlıcakla!

what i want from you

i want to be able to come to you and be myself.
i want to be able to laugh whenever and however.
i want you to learn how to talk nicely.
towards me, your family.
i need you to be romantic!
and i need to hear you say you love me more.

let me know why i should be here.
give me a reason to stay.
give me a reason to stay in love with you.

Military Radio!

Askerlik belli olunca memleket ziyareti, akraba ziyareti derken epey süre yazamadım buraya. Bu zaman zarfında önce anne memleketi Tokat'a sonra baba memleketi Rize'ye gittim. Çok güzel zaman geçirdim. Dağlara, tepelere çıktım. Yaylaları gezdim. Manzara eşliğinde rakı içtim, et yedim ve bol bol fotoğraf çektim. Acemilikten olsa gerek yaylaya çıkınca yandım. Keşke uzun kollu birşey giyseymişim diye çok hayıflandım. Resmen amele yanığı oldum. Neyseki istanbula dönüşümde birkaç gün evden çıkmadım da fazla rezil olmadım. Yolculuk boyunca çok komik şeyler geldi başıma. Tokat'dan Rize'ye direkt otobüs olmadığı için önce Samsun'a geçmek zorunda kaldım. O iki saat süren yolculukta muavinin gazabına uğradım. En az 6 koltuk değiştirdim. ''Ya topraaam seni bi arka koltuğa alabilir miyim?'' diye diye 14 numaralı koltuktan otobüsün taa en arka koltuğuna kadar süren bir yolculuğun içine attı beni. Neyseki ekstra kek ve kahve getirerek gönlümü almayı bildi :) Rize'ye gitmişken sülüsümü de aldım. Benim 25 mayıs diye bildiğim teslim tarihi 31 mayısmış. Bu ay'ın sonunda gidiyorum artık. Biletimi Kamil Koç'tan aldım. Heyecan biraz var. Ama korku hiç yok. Yapıp geleceğiz Allah'ın izniyle. Keyifle anlatacağım askerlik anılarım olur umarım. Şimdi istanbul'un tadını çıkarıyorum. Birazdan çıkacağım evden. Önce lise arkadaşlarımla buluşacağım sonra onlardan ayrılıp ilkokul arkadaşlarımla çınaraltında çay içip, iki lafın belini kırıcam :) Böyle hafif bi mallık seziyorum kendimde. Boş geliyor bazı şeyler. Acemi hissiyatı olsa gerek. Burayı seviyorum. Kendilerini ifade edebilen insanlar bu toplum için gerekli. Aramızdan bi başbakan çıkartmalıyız hatta. Uzun süre birşey yazamadım ama girip takip ettim yazılanları. Hatta 2-3 tane taslak oluşturdum ama bir türlü bitiremeyince yayınlayamadım. Gitmeden evvel son bir kez daha yazmayı düşünüyorum ama bakalım işte. İlham gelirse neden olmasın! Haa bu arada bi ilhan irem vardı. Ne oldu ona?

The Reader ve Se7en

Beni etkileyen filmleri, zeka seviyesi anlattıklarımı kavrayabilecek insanlarla paylaşmayı çok seviyorum. Bazı filmler daha yaşama fırsatını elde edemediğimiz koca hayatları anlatıyor. Bazıları ise bir küçük sahnesi ile bizi ağlatmaya yetiyor. Filmler için yapılan müzikler bile o kadar değerli oluyorki bazen art arda 100 kere dinleyebiliyorum. Bazılarının film kültürü mükkemmel olabiliyor. Bir filmden bahsederken ''işte bu hayatımda izlediğim en iyi Stanley Kubrick filmiydi.'' ya da ''Jim Carey'in daha önceki rollerinin aksine bir kişiliğe büründüğü mükemmel bir başyapıt bu film.'' tarzı yorumlar yapabiliyor ve bilgisi önünde saygı ile eğilmemiz gerektiğini bize kabullendirebiliyor. Pekala benim öyle kelimelerle oynayabilecek ya da sinemasal terimler kullanacak bir bilgim yok. Ama hangi film bir şaheser ya da hangisi insanı derinden etkiler gayet tabi anlayabiliyorum. Kısacası bu bir hobi ve ben zevklerime gerçekten güveniyorum. Ve ilk defa izlediğim bir film hakkında yazılı olarak birşeyler paylaşıyorum blog sayesinde. Evimde azımsanamayacak kadar çok filmim var. Sanırım sayısı 300'ü geçmiştir. Bayılıyorum film izlemeye. Her fırsatta ''acaba benim tarzıma uygun bir film girdi mi vizyona?'' diye internet portallarını karıştırıp duruyorum.

Ve son bir hafta içersinde izlediğim iki film hakkında sizlerle izlenimlerimi paylaşacağım. İlki ''The Reader''. Nedense adını ilk duyunca aklıma kart okuyucu geldi. Bazı ingilizce kelimeler hayatımda ilk duyduğum ya da en çok duyduğum anlamıyla aklımda kalıyorda :) Filmde Kate Winslet'ın oynadığını görünce iki kere heyecanlandım desem yalan olmaz. Ben bu kadına taa Titanic'ten beri hayranım ve ''Eternal Sunshine of the Spotless Mind'' filmiyle iyice tavan yaptı bendeki yeri. Sinema hadi neysede evde dvd'de izlediğim filmler için şunu söyleyebilirimki hiçbirzaman arka kapakta yazan film içeriğini okumuyorum. Çünkü herşey bir sürpriz olsun istiyorum. Bunun bir sebebi de hayalgücümü kullanırken kontrol edemeyişim sanırım. Misal film ile ilgili içeriği okuduğumda filmi izlerken neler olabileceği konusunda gerekli gereksiz tahminlerde bulunuyorum ve çoğunlukla yanılmıyorum. Hal böyle olunca da hiç bir sürprizi kalmıyor ve bundan nefret ediyorum. Neyse filme devam edeyim. Başlangıçta ekranda beliren tarih notları biraz gerilmeme neden oldu. İlk sahnede ''yıl 1995'' yazan beyaz çizgiler belirince kendimi o yıllarda neler yaptığımla ilgili hayaller kurarken buldum. Kahretsin dediğim gibi kontrol edemiyorum hayalgücümü :) Ve sonra herşey akmaya başladı. Film II. dünya savaşı sonrası almanyasında geçiyordu ve üstelik Kate Winslet bir alman rolündeydi ki alman olmak ancak Kate Winslet sözkonusu olduğunda cuk diye oturabilirdi bu zor rolde. Ahh onda bir ingiliz olduğu kadar alman geni de var bence :) Önceleri nedenini tam kestiremediğim bir şekilde filmin almanca olacağını ve altyazısından takip etmek zorunda kalacağımı düşündüm ama ne mutlu bana ki film ingilizceydi. Biraz daha vakit geçtikten sonra filmi tek başıma izlemiş olmaktan daha bi memnun oldum. Zira açık sahnelerin bolluğundan dolayı ev ahalisi ile izlemek baya zorlayabilirdi beni. Filmde Michael(Ralph Fiennes) 15 yaşında bir alman gencidir ve kendisinden yaşça büyük Hanna'ya(Kate Winslet) aşık olur. Sık sık ziyarete gider Michael Hanna'yı. Her gidişinde ona kitap okur. Ve işte bu ilginç aşk birgün Hanna'nın ansızın ortadan kaybolmasıyla yarım kalır. Bu olaydan tam 8 yıl sonra Michael bir hukuk öğrencisi olarak hayatına devam etmektedir ve birgün savaş suçları mahkemesinde gözlemcilik yaparken sanık sandalyesinde oturan Hanna'yı görür ve tabi gözlerine inanamaz. Filmde karışık duygular yaşarken ben, bir yandanda gizemi çözmeye çalışıyordum. Evet filmde bir gizem vardı. Tabi ben gizemi çözdükten sonra Michael zaten ortaya çıkarmıştı. Büyük bir keyifle izledim ve izlediğim filmler arasında çok ilginç bir yer edindi bende. Kate Winslet'ın oyunculuğuna bir kez daha hayran kaldım. Konu çok sıradışıydı ve kesinlikle takdiri hak ediyordu. Zaten 2009 Oscar töreninde 5 dalda aday olmuştu. Bu beş daldan birinde ödül almış film ve o da En iyi Kadın Oyuncu dalında Kate Winslet. Ama dikkat çekmek istediğim diğer bir nokta ise Michael'ın çocukluk yıllarını canlandıran David Kross. Mükemmele yakın bir oyunculuk çıkarmış o da. Ki sanırım filmi bu derece güzel yapan şey ustaca hakkı verilen roller. Filmin yönetmen koltuğunda Stephen Daldry oturuyor ve eğer araştrırsanız filmin yapım aşamasında yaşanılan olayların başlı başına bir film olduğunu görebilirsiniz :)

Diğer film ise ''Se7en''. Orjinaline sadık kalmak için böle yedili yazdım :) Herneyse. Başrollerde Brad Pitt ve Morgan Freeman var. Bu iki adam başroldeyken filmi anlatmama bile gerek yok aslında. Birçok kişinin en çok beğendiği aktörler arasında illaki varlar. Ve koşulsuz kendilerini izlettirebilecek bir kariyere sahipler. Yönetmen ise ''Fight Club'', ''The Game'' ve ''Panic Room'' dan tanıdığınız David Fincher. Ve bu film sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak kabul ediliyor. Brad Pitt'in acemilikten, ustalığa geçişi, Morgan Freeman'ın ise otoritelere göre hak ettiği saygınlığa ulaştığı bir başyapıt. Kesinlikle tavsiye ediyorum. Henüz izlemediyseniz çok şey kaçırmışsınız demektir. Kurbanlarını yedi ölümcül günaha uygun şekilde öldüren bir seri katil var ortada. Ve peşinde ise dedektifliği bırakmak üzere olan ''Teğmen William Somerset''(Morgan Freeman) ve bu davaya yeni atanmış ''Dedektif David Mills''(Brad Pitt) var. Filmin sonu öyle sürpriz bir şekilde bitiyorki sinema tarihinin ''kült filmler''i statüsüne giriyor. Anlatacak birşey yok çünkü kelimelere dökebileceğimi sanmıyorum. Sadece izleyin diyorum.

Giriş kısmında yazdıklarıma bakınca baya bi aşağılamışım kendimi ama şöyle bi dönüp tekrar bakınca yazdıklarıma şaşırmadım değil. Bildiğin sinema terimlerini kullanmışım ben bilmiyorum pek dediğim halde. Ve bir acemiye göre iyi anlatmışım gibi. Lafı daha fazla uzatmadan, izlerseniz memnun kalacağınız bu filmler için zevkime güvenmenizi temenni ediyor ve hoşçakalın diyorum.

58. Piyade Er Eğitim Alayı / Burdur

Bugün öğrendim. Pek bi heyecanlandım. Hatta eve gelince ağladım. Çalan şarkıların etkisini gözardı edemem tabi. Çok olmadı blog hayatına gireli ama ara vereceğim sanırım. Zira askerliğim tam 15 ay. Elimden geldiğince girip yazmaya çalışacağım ama biraz şans meselesi. Burdur acemiliğin yapılabileceği en rahat yermiş. Araştırmalarımda bunu gördüm. Ve sanırım 29 günde bitiyormuş Burdur'da yapılan acemilik. Sonra ver elini usta birliği. Ahh ahh bitiremedik üniversiteyi. Şimdi git uzun dönem yap :) Neyse kısmet diyelim. Gideceğim tarih ve görevim henüz açıklanmadı. Kaldıki Burdur'a düştüğümüde askerlik şubesinde çalışan tanıdık sayesinde öğrendim. 25'i gibi gidersin sanırım diyor. Bakalım neler bekliyor bizi. Aslında meşhur bir yerde yapacağım acemiliği. Emre Belözoğlu, İbrahim Kutluay, Ali Güneş ve Hidayet Türkoğlu da Burdur 58. Piyade Er Eğitim Alayında yapmış askerliğini. Yani anlayacağınız. Bedelli askerlik furyasının en gözde mekanı 58. Alay. Ben ordayken hangi ünlüleri görürüm bilmiyorum. Umarım kayda değer birileri denk gelir :)) Diğer detaylar açıklandığında paylaşacağım sizlerle. Hepinizi öpüyorum. Çok pis duygulandım lan ben :))

küçük bir anı...

ilkokul 1. sınıfa giderken okumada ilk kurdelayı ben takmıştım yakama. Öğretmenimiz kurdela alan öğrencilerin ailelerinden, sınıfa dağıtılmak üzere yiyecek-içecek getirmelerini istemişti. Annem kek yapmıştı ve bütün sınıf yemiştik ertesi gün. Çok güzel anlardı. Keki yerken harfleri çiğniyordum sanki. Mis gibi gurur kokuyordu. Başarımın ödülüydü bana.

O kurdela sadece sene sonuna kadar durdu yakamda. Kekin tadı ise yıllar geçti ama hala damağımda.

Yaşlı adamlar dua eder!

Bugün bir sokakta arabada oturmuş sigara içip, bir yandan da müzik dinliyordum. Yanımdan yaşlı bir amca yan yan bakarak geçti el arabasıyla. Hurdacıydı. Sonra el arabasını kaldırımın yanına bıraktı ve yanıma geldi. Cam açıktı. Bana, yüzüme bile bakamadan; ''bi sigara versene!'' dedi. Aslında tahmin etmiştim sigara isteyeceğini. Ama emir kipi ile konuşunca vermek istemedim. ''yok başka bu sondu!'' dedim. Ama inanmadı ve; ''ver bi tane, arabada oturup müzik dinleme öyle!'' dedi. Bunu çok içten ve gülümseyerek söyledi. Bende; ''pekala al bakalım! ama bana dua et olur mu?'' dedim. O ise; ''niye etmeyeyim sana dua. sen bilmez misin yaşlı adamlar hep dua eder'' dedi. Sigarayı aldı ve ''Allah işini hayır etsin'' dedi.

Sonra gitti yaşlı amca. Bense kaldım, elimde sigara yüzümde kocaman bi gülücük :)

hiç kimsesiz değilse de sensizim!

ışığı vuruyor pencereme
gökyüzü kol-kanat germiş yıldızlara
rüzgar bir bir kaldırmış önlerindeki engelleri
gece en az hava kadar tertemiz.

sen yoksun ve ben
hiç kimsesiz değilse de sensizim!
nedense
böyle gecelerde yakıyor
yüreğimi özlemin
böyle gecelerde yeniden başlıyorum
gündüzleri bıraktığım sigaraya...

bir bardak demli çay kağıt kalem
ve karşımda sensiz bir günü daha
savuşturan şehirle baş başa kalıyorum...

acı katlanılmaz
saatler geçmez sansam da
nihayetinde böyle geceler de
varıyor sabaha...

rüzgar asi değil
aksine tatlı tatlı esiyor
ortalık sessiz
inadına güzelken her şey
deli oluyorum böyle gecelerde
yüreğime çöreklenen hüzne...

sonra acının kaçarak değil
çekerek biteceğini anlatıyorum kendime;
sevmenin bir bedeli olduğunu fark ediyorum yeniden
severken ödeyeceğimi hiç düşünmediğim...

her gün eksilerek yaşadığımı sanırken
meğer giderek büyütüyormuşum içimdeki seni
böyle gecelerde anlıyorum...

düşlerde rahatlayıp
dönüşlerde efkarlandığım böyle gecelerde
haykırıyorum şehre bakıp:
"ey sesini duyup elini tutamadığım hala yüreğimdesin!"

zaman zaman şaşırıyorum kendime
geride kalanın sen olmadığına sevindiğimde...
yaşamaktan hoşlandığım için değil
hayat güzel olsa da
onu sensiz yaşamak istemiyorum aslında
tadını alamıyorum hiçbir şeyin...

tesellisi bile kalmadı
ne şarkıların ne sazların...
sensiz seyrettiğim yıldızlar bile parlak değil...
sensiz çıktığım yolculuklar uzun
yaşadığım sevinçler kısa...

işte bu yüzden
memnunum geride kalmadığına
böyle acı çekmeni istemezdim hiç!
belki de yanılıyorumdur
belki sen benden daha güçlü
daha cesur çıkardın.

bilirdin benden sonra
hayata küsmeni istemediğimi...
en çok gülümsemeni sevdiğimi hatırlardın...
sense benim en çok hüznümü severdin.

gittiğin günden beri
ıslak bir elbise gibi yapışıp kaldı bedenime
çıkarıp atamadığım!

One way ticket!

Gece bilmem saat kaç. Bilgisayar başında Joe Jonese'ı okuyorum saatlerdir. Kulağımda kulaklık var. Ama ses yok. Müzik durmuş, kulaklık kulağımda kalmış. Alkol almadım ama kafam güzel olmuş. Derken bir melodi geliyor uzaklardan. Acaba diyorum bilgisayarda bi web sayfası açık kaldı da oradan mı geliyor bu titrek ses? Çünkü gece bilmem saat kaç. İn cin top oynamalı alman kale. Ama bi ipnelik var işte işin içinde. Ve sonra nedense açık olan camdan dışarı bakmak geldi aklıma. Ve kulaklığı çıkarmak. Aynı hayal ettiğim gibi dışardaki manzara. Elektrik direklerinden sarkan ipler bir sağa bir sola uçuşuyor. Normalde bomboş olması lazım ama yolun kenarında bir araba duruyor. Farları açık, keza motoru da. Ve gece bilmem saat kaç. Ses ise gündüz gibi, güneş gibi en tepede, yankılanıyor boş caddede. Ve öyle alalade duymaya alışkın değilim one way ticket'ı. Bu saatte çalıyorsa hem de kapımın önünde vardır bir hayrı dedim kapadım camı sigaram bitince. Ve şimdi sabah oldu! Bir sigara sonra uykuya dalacağım. Ama ne ses ne de araba var caddede. Bir ben kaldım yine, kendi playlist'imle...

Bir pazar sabahı yine aklımda sen!

Hatırlıyorum sabah evden sessizce gidişlerini. Sırf ben uyanmayayım diye parmak uçlarına basarak yürüyüşünü. Ama her seferinde tam çıkmadan yetişirdim sana. Hüznün ve sevincin birbirine karıştığı anlardı benim için. Bir yandan ''beni almadan nasıl gider?'' bir yandan da ''ama yakaladım onu oleeey!'' derdim içimden. Pazar sabahları tam bir bilmeceydi benim için. Ya çok erken kalkıp çizgi film izleme telaşına düşerdim sen uyuyo olurdun yatağında ya da çok erken kalkardım ama hevesim olmazdı çizgi filmlere çünkü sen evde olmazdın. Sen varsan zevk alırdım çizgi filmlerden. Ve sen varken pazar günleri gazete kağıtlarından uçak yapardım. Sen varken seni izlerdim teybe koyduğun kasetten gelen melodiler eşliğinde. Kaleye geçip şutlarımı bilerek tutmazken, spiker olurdun hayatımın en güzel sesiyle... ''Ve işte top şimdi burakta... Kaleciyle karşı karşıya... Fenerbahçe tribünleri ayakta... Burak vuruyorrr ve gooolll!!'' derdin ve sonra ''gel lan buraya!' diye peşimden koşar benim o gol sevincimi yarıda keser, yakalayıp öperdin yanaklarımdan... Ulan ne güzelde kokardın be. Bazı geceler yanına yatardım anneme çaktırmadan. Ve hep denk getirirdim yan yatışlarını... Çünkü bir kolun hep üzerine yatmalık olur ve hep koklamalık olurdu yanakların... Sigara içirmezdim sana arabada. İçmek için yalvarırdın ve en sonunda izin verirdim sana. Ama bir şartla! Külünü camdan dökeceksin o zaman derdim. Çaresiz kabul ederdin. İkimizin ve yani hepimizin olan bu metal yığınını sahiplenişime hayran olurdun. Hoşuna giderdi arabanın her tarafını silmelerim. Gülerdin hep çünkü zaten tertemizdi sildiklerim. Bana bisiklet almamak için dondurmalar alırdın. Korkardın çünkü, endişe ederdin. Ve her akşam gofret getirirdin. Büyülenirdim sanki. Yemeği bekleyemez hemen yerdim. Çünkü o gofret aramızdaki bağdı benim için. Yemezsem kan pompalamaycaktı sanki bir daha kalbim. Kızdığında bana daha çok severdim seni. Ve çünkü hep haklıydın. Her zaman doğruyu yaptığının farkındaydın. Senden öğrendim hayatı. Ve hep bende bulurdun kabahatı. Böyle böyle öğrendim ben doğruyla, yanlışı. Bıyıklarını kestiğin zaman bir yabancı olurdun. Ve sonra kendi kendine ''ulan kesmeseydim keşke!'' derdin. Bilirdin çünkü bıyık sana çok yakışırdı. Ve hatta bıyık, bir insana bu kadar yakışırdı. Bıkardın senden para istememden. Abur cubur yememi istemezdin. ama dayanamayıp bakkala hesap açtırırdın. Sen ye oğlum, ben akşam veririm derdin. Ulan çok yufka yürekliydin be. Ablama dayanamazdın. O hasta olurdu. Doktor yirmi iğne yazardı. Sen yirmi yıl daha yaşlanırdın üzüntüden. Kıyamazdın bizlere. Tiyatroya götürür. Bak işte bu en sevdiğim derdin. Sonra uyurdun daha yarım saat geçmeden. Hatırlatıncada ''ben gözlerimi dinlendirip, bir yandan da dinliyordum!'' derdin. Gülerdik sana. Şarkılara eşlik etmezdin pek. Ama ''riv riv riv'' diye bir melodi olurdu dudaklarında. Ve ulan ne kadar sempatik gelirdi kulağa. Bir başkaydı senle geçen on yılım. Ulan gittin be kalbimden. Bıraktın beni yarım. Unutamadım seni ama sana değil be baba ben kadere kızgınım!

Ömer Hayyam'a sevgilerle




Bilir misin yüceler yücesi,
Şarap ne zaman mutlu eder içenleri,
Salı, çarşamba, perşembe,cuma,cumartesi.
Ve bir de pazar, pazartesi.


Dünyada akla değer veren yok madem,
Aklı az olanın parası çok madem,
Getir şu şarabı, alsın aklımızı.
Belki böyle beğenir bizi el alem!.


Kim demiş haram nedir bilmez Hayyam,
Ben helali haramı karıştırmam.
Seninle içilen şarap helaldir,
Sensiz içilen su bile haram.

Avokado... Bir meyveden daha fazlası...

Avokado, kabuğu yeşil, yenen kısımları beyaz, iri çekirdekli bir meyvedir. Avokadonun anavatanı Meksika ve Guetamala olmakla birlikte günümüzde ülkemizin güney sahillerinde de yetiştirilmektedir. Avokado, tam olgunluğa toplandıktan sonra erişir. Lezzetini anlamak için olgunlaşmasını beklemek gerekir. Bunun için hemen tüketmek üzere satın alıyorsanız, bilinenin aksine yumuşak olanı seçmeniz daha iyi bir seçenektir. Seçerken aynı zamanda derisinin parlak ve kaygan olmasına, salladığınızda çekirdeğin sesinin gelmesine dikkat etmelisiniz. Ama eğer birkaç gün sonra tüketecekseniz, sert olanı tercih etmeniz daha iyi olacaktır.

Şimdi gelelim kurufasülyenin faydalarına... Gerçi avokadodan bahsettikten sonra ''bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!'' diyebilirsiniz ama napalım lügatımızda avokado ile ilgili bi deyim ne yazık ki yok... Avokado fotoğrafı koyup ardından da ''hacı bu avokado nedir? konumuzla ne alakası var?'' tarzı soruların cevapsız kalmaması için içeriği ile bilgiler vermemin sebebine gelince; ''Yaa madem anlatacağım konuya avokado ile girdim, bari nasıl bir meyve olduğunu da yazayım da, okuyanlara genel kültür olsun.'' düşüncesidir. Bu arada sözüm meclisten dışarı tabiki, pekala avokadonun nasıl bir meyve olduğunu bilenlerde vardır aramızda.

Avokado; Sofistike bir yaşam biçimini temsil eder bazılarımız için... Sosyetik ve sıradışı bir meyvedir. Bizim armudumuza benzer tezgaha uzaktan bakınca... Velakin daha bi havalı, daha bi marjinaldir... Koyu yeşil renk bir meyveye ancak bu kadar yakışabilir hatta. Serttir bi kere. Ve pahalıdır. Öyle pazarda gezen teyzelerimizin domatese, patatese yaptığı gibi ele alınıp sağına soluna bakılmaz pek. Kibirlidir çünkü. Kafası bozarsa sağlam bi kroşe atabilir sol gözünüze. (sağ da olabilir... takılmamak gerek.) Nitekim, onun yaradılışı ve yaşam tarzına sadık bir yaklaşım olursa alıcısı tarafından, pek bi gururu okşanır manavın o mistik kokulu tezgahında. Kendini tribün reisi zannedip gaza gelebilir ve ''Lay lay lay laaaayyy ooo hadi beylerrr bağırın ulannn, bak atacam kafanıza davul tokmağını haa'' tarzı ilginç diyaloglara da girebilir tabi...

Ömrümde hiç yemedim bu kibirli meyveyi.. Hep uzaktan baktım, bir kilo domates ve bir baş maydanoz almak için gittiğim, o annemin beni canımdan bezdirdiği manav tezgahlarında. Bana göre elitliğin ve burjuvanın simgesidir bu ihtişamlı meyve. Hayalini kurduğum yaşam biçiminin bir yansıması gibi... Elbette halimden memnunum ve tabiki şükrediyorum... Fakat 18 yaşına henüz girmiş bir genç ve 50'sine merdiven dayamış bir amcamızın bile ''birgün çok zengin olacağım!'' tarzında hayallere sahip olduğu, şu bir takım şeylerin teğet geçtiği günümüz Türkiyesinde, benim gibi zekası ve iş beceresi prim yapmayan, yokluğu ve varlığı kısa sayılabilecek bir zaman dilimi içinde görebilmiş insanlar, umudu bir garip meyve olan avokadoyla tasvir edebiliyor ne yazıkki. Öyle ki bazılarımızın aklının ucundan bile geçmeyecek bu benzetme bana birşey hatırlattı. Ve zihnimde; Cem Yılmaz'ın gösterisinde, içinde avokado sözcüğü geçen repliği canlanıverdi. Cem Yılmaz cenneti tasvir edip ve oraya gittiğimizde bürüneceğimiz ruh halini anlatırken komik bir dille; ''Nerde şeyler nerde? Avokado falan nerde? Ananas, tropik meyveler...'' demiş ve bir anlamda üzerine gerekli olup olmadığını bilmeden yüzlerce mana yüklediğim meyveyi tam da benim anlatmak istediğim kalıba sokmuş, hislerime tercüman olmuştur. Dediğim gibi, o kafamızda hayalini kurduğumuz lüks yaşamın, güzel arabaların, katların, yatların ve hatta cennetin günlük hayatımızdaki sembolüdür avokado...

Ve ben birgün alacağım o sert kabuklu meyveden. Çocuklarım benim henüz tadını bile bilmediğim anavatanı meksika ve guatamela olan turist meyve ile büyüyecekler, beslenme çantalarını açtıklarında elma yerine, o koyu yeşil sihrin tadına varacak, arkadaşlarına; ''baaak benim annem beslenme çantama avoookadoo koymuş yaaa'' diyecekler. Çok mu abarttım ne. O kadar da kafaya takmıyorum be abi. Ordan bakınca yazdıklarıma, pek inandırıcı gelmedi belki 'takmıyorum' kelimesi. Ama gerçekten öyle. Çünkü evlilik ve çocuk sahibi olma düşüncesi, anlattıklarımın aksine öyle tam olarak üstesinden gelebileceğim bi sorumluluk da değil hani. Ha ama olursa yarın bigün evlilik ya da çocuk(ki gayrimeşruya karşıyım), emin olun yine hayal ettiğim gibi olmasına çalışacağım. Ve işi abartıp; ''eğer avokado alamayacaksam evlenmiyorum kardeşimm!'' de diyebilirim. Yok yok demem yaa. O kadarda bencil değilim. Bir oda, bir mutfak, bir de mutlu iki çift göz. Benim derdim aşk sanki. Eee bu kadar kalp kırığı olunca, avokado bile yalan oluyor. :) Neyse sanırım bir noktadan sonra çelişkiler arttı bu yazıda. E hadi bakalım avokadonun faydalarına;

100 gramında yaklaşık olarak 180 kalori vardır. Aynı zamanda diğer meyvelere oranla yüksek potasyum ve C vitamini içerir. Bu kalori değerini ise dokusunda yüksek oranda yağ olmasına borçludur.


Ve işte Avokado... Bir meyveden daha fazlası...

Bana kalbini ver! Ama söz ver!

Yine sana yazıyorum!
Evet seni gerçekten çok ama çok seviyorum.
Gözlerine dalıp gittiğimde beni benden alıp götüren masumiyetin, saf ve kendine has güzelliğin. Aşk şarkılarını severek dinleten sihrin ve gözlerimin içini güldüren sevecen marifetin.
Hoşnutum. Hatta mutlu. Ama buruk.
Ben içten ve inanabileceğin kadar hoş sevebilirim seni.
Şu anda olduğum kadar hiç yakın olmadım belki de sana.
Gün geçtikçe daha da yakınlaşıyorum uzaktan da olsa.
Sende keşfettiğim her bir tepenin zirvesinde, bir sonraki tepeyi görüyorum.
Ve onunda zirvesine varmak üzere tekrar yola çıkıyorum.
Her yolculukta, bugüne kadar ne kadar uzak ve yanlış yönlere gittiğimi görüyorum.
Sende doğruyu bulduğumu hissettikçe ve muhteşemliğini keşfettikçe bir kere daha tamamen sende olmanın keyfine varıyorum.
Doğru olan her tarifle ve anlatamadığım bir tabirle seni seviyorum.
Aşk demiyorum. Ölümlü olması korkutur beni.
Gözlerimi yaşartabilecek kadar acı olan ne olabilir sende? Acı mutluluk yada baska birşey?
Ne dersen de! Tarifsiz o kadar çok duygu varmış ki sende.
Deli düşüncelerimi saptıran, tek bir resme saatlerce baktıran, bir damlayla, ağlatmaktan öte bir hissi tattıran, uykumda sayıklattıran, hep benden öte inanmaya korktuğum herseyi bana inandırarak yaşatan ilk ve tek kişisin. Sensin!
Uçsuz bucaksız denize son umutla bakıpta gözlerini yummuş ve zifiri karanlıktan ayrım yapamadan kapattığım gözlerime yansıyan bir ışıksın sen.
Kaybetmeme arzusuna ve hırçınlığına bulandığım loş tebessümlerimin aynasısın sen.
Sona ermeyen ızdırabımla çöllerden çıkamazken, tek bir damla halinde dudağıma damlayan yandığım o tesadüfsün sen! Varlığım ve yokluğumsun!


Bana kalbini ver! Ama söz ver!

Ka tun mita xendasoç




Evdeyim. Bilgisayarın karşısına geçmiş ne kadar gereksiz spor haberi varsa okuyorum... Geçen geceki o iğrenç derbiden sonra, belki bir mucize olurda o pis olayların hepsini unutturacak bir haber okurum diye umutsuzca haber portallarını geziyorum. ''Desperate Housewives'' dizisi geldi aklıma... Her bölümün sonunda yüzlerine çöken o çaresiz hava, sanki bu anı beklermişcesine bana doğru esiyor...


Akşam güneşine ters istikamette olmasına rağmen, karşı evin camından odama, ordanda bilgisayarın ekranına yansıyan güneş sanki bana birşeyler anlatmaya çalışıyor... 'Çık dışarı gez biraz. Vücudunun ışınlarımdaki yararlı etkilere ihtiyacı var diyor'... Ama dinleyen yok tabi. Oysa son 2-3 seneye nazaran uzun ve dondurucu geçen kış boyunca ''şu yaz gelse artık. güneşe hasret kaldım.'' diye sayıklayan benden başkası değildi...


Haftasonları geldiği zaman biraz daha iyi hissediyorum kendimi... Yalnız yaşayan kuzenimin evine gitmeden önce illa ki bir tekel bayiine uğruyorum çünkü... Biralarımızdan yudumlarken, yakılan sigara eşliğinde... Bir de pes atıyoruz karşılıklı... Çok çekişmeli geçiyor maçlar... Ama gecenin ilerleyen saatlerinde alkolün verdiği gevşekliğe teslim olup birer birer kaybettiğim maçlarda beşer beşer goller yiyorum nedense. Hadi tamam çakırkeyf olan birisi hafiften yan yan yürür yolda. E ama ben tuşlara yarım yamalak basmıyorumki. Nasıl oluyorda oyun anlayışımdan kopuyorum çözemedim henüz. ı ıh hiç yakıştıramadım kendime. Herneyse asıl anlatacağımı atlamayayım yanlışlıkla... Ya tüm bunları yaparken arka fonda Kazım Koyuncu çalıyor. Hayal edebiliyor musunuz? Seneler boyunca kalbimize saplanan sevda sancıları, henüz alkol alırken düşünmemeyi başaramıyorken bir de... Reva mı kardeşim ha bu arabesk duygular? Ahh ahh o kadar yanık okuyorki Kazım abimiz.. Eee Rizeliyiz biz.. İstanbulda doğsakta az buçuk karadenizliyiz.. Kanımız kaynıyor ne yapalım :) Başlığın adı da Kazım abimin en sevdiğim parçalarından birisi..



Ka tun mita xendasoç... Yani; Kız sen yaşamayasın!

Hangi stres?


"´Biz futbolcular‚ sürekli üzerimizde çok baskı olduğundan yakınırız. Baskı‚ ancak evlerine beş peso getirip çocuklarını geçindiremeyen insanların üzerinde olur. Binlerce dolar alıp‚ sahaya çıkıp oynuyoruz ve ağzımızı açınca stresten bahsediyoruz. Stres bu ülkede‚ sabahın altısında kalkanlar içindir‚ lanet olsun ki.´"


Diego Armando Maradona

Başlangıç..

Ve işte artık benimde bir blogum var.

Başlık olarak ''Başlangıç'' iyi bir seçim gibi duruyor. Zira ''blog'' deyip geçmeyeceğim bu 3 ortalı sanal deftere. Afiyetle yenilmek üzere hazırlanmış bir kral sofrası kıvamında olacak, portakallı ördek tadındaki bu blog. Şaheser olmayacak belki ama yine de ona yakın olacak. Hep birlikte göreceğiz :)

Teknoloji sağolsun taa buralardan sesimizi duyurabileceğiz artık dilimizi anlayanlara. Ne yalan söyleyeyim bi an heyecanlandım kitlelere hitap edeceğimi düşününce :) Herneyse.. Kendimi tanıtma kısmına geldim sanırım... İlkokuldan, liseye. Dersaneden, ingilizce kursuna ve hatta tv programlarına kadar heryerde insanın karşısına çıkan iğrenç kısım... Ve evet bu anı elimden geldiğince ve birileri ''e yeter artık çok uzattın!'' demeden çabuk geçeceğim.

Efendim benim adım Burak... Koç burcu olmakla birlikte, 1987 yılının o zamanki teknolojisinin tıp alanına getirdiği kolaylıklardan yararlanamayarak, hastane yerine iki odalı-bir sobalı evimizin o naturel havasını teneffüs ederek gelmişim dünyaya... Edebi ve melankolik bir kişiliğe bürünmeme neden olan, çok uzun olmayan ama kendince kısa olmadığını iddia eden 22 yıllık bir hayat maceram var... İlerleyen zamanlarda bukleler halinde anlatacağım yazılarım ve sonunda hazine yerine kola kutusu bulacağım kazılarım olacak...

Kendimce komik olduğunu düşündüğüm son paragrafı görmezden gelip, büyük bir sabırla okumayı sürdüren arkadaşlara teşekkür ederken, kısa kesmeyi düşündüğüm bu ''Başlangıç'' başlığı altındaki zırvalarıma bir son veriyor, en kısa zamanda daha büyük zırvalarla karşınıza çıkmak üzere hoşçakalın diyorum..